Şuanda 34 konuk çevrimiçi
BugünBugün1095
DünDün1377
Bu haftaBu hafta2472
Bu ayBu ay24292
ToplamToplam10234634
Mamak'ın efsanevi direnişçisi Halil Güven yoğun bakımda PDF Yazdır e-Posta
Halil Güven tarafından yazıldı   
Çarşamba, 27 Nisan 2016 17:21


Mamak’ın efsanevi direnişçisi arkadaşımız / yoldaşımız / yazarımız

Halil Güven yoğun bakımda

ÖZGÜR MEDYA

 

(Mamak’ın efsanevi direnişçisi arkadaşımız / yoldaşımız / yazarımız Halil Güven çağımızın vebası kanser illetinden dolayı İstanbul Numune Hastanesinde yoğun bakıma alındı. Güçlü iradesi ile Mamak’ın işkencecilerine diz çökmeyen arkadaşımız Halil Güven’in kanser illetini de yeneceğine inanıyor, geçmiş olsun dileklerimizi iletiyor, acil şifalar diliyoruz. Kendisine kanser teşhisi konduktan sonra kaleme aldığı ve sitemizde daha önce yayınlanan belki de hastalığımın öyküsüdür’ başlıklı yazısını yeniden yayınlıyoruz. Özgür Medya)

’Kim bilir belki de hastalığımın öyküsüdür’

‘’Ey gidi kara çocuk ey’’ diye başlardı sevgili ’’Nihat Hoşgit’’ abim…O sevimli, mütevazi ve babacan tavrıyla seni sarar sarmalar içine alırdı. İlk gördüğümde içimi ısıtan insanlardan biriydi. Özeldi ilişkimiz…Bazen kızdırır, bazen güldürür, bazen de düşündürürdü beni. O hastalandığında ambulansın ardından Marmaraya koşturdum. Marmara hastanesinden PTT hastanesine sevk ederken yarı çıplak sedye üzerinde gördüğümde göğsüm fırlayacaktı yerinde! İlk günlerde belki uyanır umudu vardı hepimizde ama günlerce tutulan gündüz, gece nöbetleri sonrası umutlarımız yok olup gitmişti! Hastane odasına her girdiğimde gördüğüm tepkisiz bakışlar yüreğimi yakıyordu! Onu öyle görmeye dayanmıyordu içim. Eve çıkartıldıktan sonra yüreğim onunla birlikte olmasına rağmen, nedense eve gidemedi ayağım! Hep arkadaşlardan aldım haberini ta ki onu sonsuzluğa uğurlayana kadar.

Bu kez aynı durumla onun ‘’Kara çocuğu’’ yüz, yüze! Bakalım o ne yapacak?

Kemoterapiye girdiğimde aldığım notlardan yazıyorum tüm bunları.

20’li yaşlarda tanıştım cezaevleriyle. Selimiye, Sağmalcılar, Hastal ve Mamak cehenneminde kaldım uzun yıllar. Mamak cehennemini anlatan ‘’Zaman zindan içinde’’ kitabım Tüstav yayınlarında çıktı. Mamak cehennemin diğer adıydı. O cehenneme ilk girdiğim andan itibaren kabullenemedim hiç bir yaptırımı. Teslim alamadı faşist cellatlar beni. İki buçuk yıl boyunca her gün bana ölümleri yaşattılar ama asla önlerinde diz çöktüremediler bana. Çoğu kez onlarda şaşırıyordu bu direnme azmine. Cezaevinde görev yapan gardiyanlarla yıllar sonra karşılaştığımda yaşadığıma şaşırdılar.

Mamak’ta kaldığım iki buçuk yıl boyunca her gün kesintisiz üç, dört kez işkenceye tabi tutuldum. Bazen onlarca cellat üzerime abanır dakikalarca vücudumun her yanını kırar geçirirlerdi. Bu işkenceler bizzat mahkeme tutanakları ile tespit edilmiş, yüzlerce görgü tanığı ile sabittir. Mamak cehenneminin ölüm hücrelerinin ilk müdavimlerindeydim. Ölüm hücreleri bodrum katında yer altına doğru inşa edilmişti. Bir metre eni, bir metre boyu, 4 metre yüksekliğinde bir tabutluktu. Tuvalet ihtiyacı için verdikleri bir ördek ve su bidonu dışında içinde hiç bir eşya yoktu. Buzdolabından farksız bir yerdi. O ölüm hücrelerinde çeşitli aralıklarla 6 aydan fazla kaldım. Mahkeme kararına göre 21 günden fazla tutamadıkları için bir bahane bulup yeni kararlar aldırıyorlardı mahkemelerden! İçerisi karanlık, buz gibi soğuk, sağın, solun betondu. Üzerimde giysi sadece bir pantalon ve üstte bir kazak veya gömlek. Her hücre cezası sonrası sorarlardı ‘’tamam mı, devam mı? Cevabım hiç değişmedi devam. ’‘İyi geber o zaman’’ derdi tim komutanları.

Faşist cuntanın tabiriyle ‘’adam edilemeyen, uslanmayan, iflah olmaz bir teröristtim!’’

Tesadüfen 3,5 yıl sonra tahliye olduğumda özel olarak ‘’uğurlamaya’’ gelmişti A Blok amiri faşist cellat binbaşı. Mahkemeye çıkan, tahliye olan yüzlerce mahkumun içinde gelip karşımda durmuş ve şöyle seslenmişti bana: ‘’Vay, vay, vay Halil Güven… Tecrit bir arkanın en meşhur, en zorlu mahkumu. Yola getiremediğimiz, uslandıramadığımız, akıllandıramadığımız baş belası terörist. Biz seni yola getiremedik, bari artık sen aklını başına al ve bir daha karşımıza çıkma, çıkarsan da kefenin elinde olsun. Bizler emir kuluyuz, ne söylenirse onu yaparız. Ben senin akıllanacağına inanmıyorum. Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı’’ diye uzunca bir konuşma yapmıştı. Cevabım kesin ve netti: Ben tilki değilim…İradesini özgürce kullanan, doğru bildiği yoldan şaşmayan özgür bir insanım. Cevabım ne binbaşının ne de askerlerin hoşuna gitmedi. Coplarını sallayarak sardılar çevremi. Amirlerinin ‘’geri çekilin’’ komutuyla açtılar etrafımı askerler. Anlaşılan binbaşı öfkesini kusacaktı. Botlarının ucuyla ayak bileklerime salladı tekmelerini ve ağzından ‘’sen bilirsin’ sözcükleri yuvarlandı.

Tahliye olduğuma değil, cellatlar üzerinde bıraktığım bu izlenime sevinmiştim. 2,5 yıl boyunca her gün çoğu kez üç, dört kez tekrarlanan işkence seanslarında çoğu kez öldü korkusuyla keserlerdi dayağı! Onlarca askerin cop darbeleri bilinçsizce rastgele inerdi vücudumun her yerine. Çoğu kez mahkeme bu izleri tespit eder, suç duyurusunda bulunurda ama sonuç hiç değişmez hatta artarak sürerdi. ‘’Akıllanmadı’’ bu kara çocuk! Nasıl akıllansın ki? Devlet eliyle işlenen cinayetler, katliamlar, kısıtlanan özgürlükler, yok edilen doğa, devlet dersinde hiç durmaksızın öldürülen bebeler, aklı başında olan hangi insanı delirtmez ki?

Geldik bugüne… Sanırım bu acılı süreç 1 Mayıs 2013 te başladı. Devlet Taksime çıkışı yasaklamış, biz ise değişik güzergahlarda direniş hatları oluşturarak Taksime çıkmayı planlıyorduk. Beşiktaş bulvarındaydık. Çok kalabalık değildik ama polis bir türlü dağıtamıyordu bizi. Tomalardan sıkılan sular, peş peşe atılan gaz bombaları bizi dağıtıyor, beş dakika sonra tekrar toparlanıyorduk. Öğle sonrası polis bizi parçalayıp dağıtmak için hücuma geçti.Bazı arkadaşlar Ortaköy istikametine giden yolda biz ise yolun sahil tarafındaydık. Polis ile aramdaki mesafe 20 m civarındaydı, tek başımaydım. Aniden sağımda solumda gaz bombaları patlamaya başladı. Panikle açık bir alan bulmaya çalışıyordum ki kalbimin üzerinde patladı gaz fişeği. O an boğulduğumu, göğsümün ve iç organlarımın parçalandığını hissettim. Çevredeki arkadaşların yardımıyla otobüs duraklarında ki bir bankoya yatırıldım. Tesadüfen göğüs cebimde bulunan kredi kartları darbenin etkisiyle parçalanmış, göğsümü sıyırdığımda sol meme üzeri yarılmıştı. Olayın şoku ardından Florence Nightingale kaldırıldım. Çekilen filmlerden acil bir durum olmadığı tespiti yapıldı. Hastanede karşılaştığım bazı sağlıkçılar(Bu tespitlere güvenmememi , daha sonra Kartal Kalp Hastanesinde daha kapsamlı bir araştırma yaptırmamı )salık verdiler. Ne yazık ki olay sonrası 3 gün boyunca kan tükürmeme rağmen, kapsamlı bir araştırma gereği duymadım. Bu olaydan sonra vücudumda kısmi arazlar olduğunu farkına varmıştım ama tıp sektörünün bir meta haline geldiğini bildiğim için süreci bireysel çabalarla atlatmaya çalıştım.2014 Ekiminde girdiğim fizik tedavi sonrası vücudumda yeni arazlar ortaya çıktı. 20 yıl boyunca her gün yaptığım spor faaliyetleri ve fiziki aktiviteler sayesinde sanki görülmez bir gücün ayaklarıma pranga, göğsüme zırh taktığını hissediyordum. Hiç bir güvenimin olmadığı hastane yoluna düştüm sonunda! Ciddiyetsiz yaşlı bir bunak çıktı karşıma. Sağımı, solumu elleyip formaliteden kalp atışlarımı dinleyen bu zat ‘’turp gibi olduğumu, kırk yaşından sonra yer çekimi nedeniyle vücudun zorlandığını ‘’ yumurtladı. İkna olmamıştım. Bu kez ‘’tamam kapsamlı bir kan ve idrar tahlili yaptıralım’’ söylemiyle ikna etmişti beni. Yapılan tahlil sonucunda hiç bir şey çıkmadı.

1 Mayıs 2013 vurgununun ardından başlayan Gezi isyanında yüzlerce kez yakın gaz temasına maruz kaldım. Bu isyanı da 4 gün göz altı süresiyle atlatmıştım.

Özellikle son 1 yıldır vücudumda bir gariplik hissi vardı ama çözüm yolu bulmakta zorlanıyordum. Palyatif çözümler ile atlatıyordum süreci. Ta ki Ankara katliamına kadar. O katliam daha önceki katliamlardan daha fazla sarsmıştı beni. Kadıköy iskelesinde katıldığım bir kaç oturma eyleminden sonra daha da sarsılmıştı tüm bünyem. Gece ağrılarım azıyor, sabahlara kadar kıvranıyordum. Nihayet kararımı verdim ve Siyami Ersek Göğüs Cerrahında karar kıldım. Doktora yaşadıklarımı anlattığımda önce film , ardından tomografi istedi. Film sonucu ‘’akciğerleri üşüttüğümü’’ söyleyip ilaç tedavisi verdi. Verilen ilaçlar sadece ağrıyı dindiriyor kafamı yerden kaldırmıyordu.1 hafta sonra tomografi sonucunda ‘’ akciğerlerde bir lezyon görüldüğünü, kesin tespitin PET ile yapılacağını’’ belirten doktoru dinleyip o aşamayı da yerine getirdim. Sıra biyopsiye gelmişti. Biyopsi yapıldı sonuç kemoterapi! Önce kemoterapiyi kabul etmek istemedim ama tomografi sonucu oluşan dayanılmaz acılar 3 gün sürdü.Bu süreç beni ikna etti.Öylesine bir ağrı ki hiç durmaksızın 3 gün kesintisi sürdü.2 gün boyunca hastane acilleri durduramadı bu acıyı.3.gün özel bir hastane yaptığı özel bir karışımla ağrıyı durdurdu.Ben bunları yazarken serumda damla damla akıyor vücuduma.

Her zaman önceliğim insanlık değerlerinin içselleştirilmesi, toplumda bir farkındalık yaratmanın mücadelesiydi. Bu önceliğin ardında sağlığa verdiğim önem gelirdi. Spor yapmak, sağlıklı beslenmek, düzenli uyumak ve tabi ki sürekli okumak olmazsa olmazlarımdandı.

Ta çocukluğumdan beri çok ilkeli ve direngen bir yapım vardı. Haksızlık karşısında boyun eğmek, benim için ölümden beter bir duyguydu! Zorbaya boyun eğmek, kötülüğün hegemonyasını kabullenmek demekti. Bu benim için kabullenemezdi.

Kendimi bildim bileli hiç kimse hakkında hiç bir kötülük düşünmedim. Kaybetme pahasına da olsa her zaman ilkeli duruştan yana oldum. Yüreğimdeki sevgiyi hep besleyip büyüttüm. İçimdeki çocuğu hep diri tuttum. Yüzümdeki çizgilerin sertliğine, bakışlarımdaki keskinliğe aldanmayın! O keskinlik ve sertlik bu kahrolasıca düzene karşı verdiğim mücadelenin yüzümde yarattığı bir yansımadan ibaret. Sıradan insanlar yüzümdeki bu ifadeyi anlayamazlar. Bu ifadeyi zıt kutupta yer alan iki insan tipi kavrıyordu. Bu tiplerden birincisi düşman kutupta yer alan ve sistemden beslenen faşist ruhlular, ikincisi ise hayatın özünü kavrayan felsefi derinliğe sahip kişilerdi. Bu derinliğe ulaşmış insanlar, bu sert görünüşün ardındaki hayat çizgisini görüyorladı; bu sertliğin faşizme karşı duruşun ilkeli ifadesi olduğunu biliyorlardı.

Düşmanlarda biliyordu bu sert bakışları ve bildikleri için her fırsatta abanıyorlardı üzerime! Hiç cezasız bırakmadılar bu duruşu; hep vurdular, kırdılar, boyun eğdirmeyi, eyvallah dedirtmeyi denediler ama hiç bir zaman başaramadılar. Düşmanın bu başarısızlığı huzur ve mutluluk kaynağım oldu hep. Hayatta hiç bir şey beni bu kadar mutlu etmedi. Geri adım atmamak, düşmanın acizliğini görmek, dünyalara bedeldi benim için. Çünkü şunu çok iyi biliyorum ki geleceğin o güzelim dünyasını bugünden kurmanın yolu buradan geçiyor. Binlerce yıldır bu toplum üzerinde hegemonya kuranların tahakküm ilişkileri ancak başkaldırı ile boyun eğmemeyle ortadan kaldırılabilir. Son 1 aydır depreşen yaralarım yüzünden mücadele alanlarından uzak kaldım. Oralara gidecek gücü kendimde bulamadım. Bu durum beni daha da huzursuz etti. Hayata yeniden tutunmak , sıkı sıkıya mücadeleye sarılmak tek arzum. Şuan için bu arzu tüm olumsuzluğa rağmen beni diri tutuyor. Çocuklarım, eşim, ailem direngen yapımı bildikleri için çok umutlular ve bana hep serzenişde bulunuyorlar : ‘’ Sen neleri atlatmadın ki?’’ diye moral veriyorlar. Özellikle ailemin dayanışması ve özverisi direncimi arttırıyor. Sıcak mücadele ortamından dolayı hep geri plana attığım ailemden binlerce kez özür diliyorum.

Yeni insan ,yeni bir toplum ‘’yaratma’’ iddiası ve idealinde olan bizler sadece bu sürecin istek boyutuyla ilgileniyoruz. İstemek tek başına bir şey ifade etmiyor. Sol ,ne yazık ki bu istemek edimi ve sloganvari söylem tarzıyla bu düzeni değiştireceğini sanıyor . Oysa bu isteğin gerçekleşmesi sözle değil, bir arının peteğini örerken gösterdiği sabırla, özenle, hayatı ilmek ilmek örmekle mümkündür. İstek ve söz hiçbir şey , aslolan yapmaktır. Çünkü teori hep gri, yaşam ise yeşildir. İnandırıcılığınız ve sahiciliğiniz sözünüzle , isteğinizle değil, yaşama verdikleriniz ve sunduğunuz katkılarla ortaya çıkar. Ne yazık ki sol, bu konuda hep sınıfta kalıyor. Örneğin; eleştirdiği, arkaik bulduğu aile kurumunun alternatifi olacak veya aileyi de içine katabilecek yeni insan ilişkisine doğru bir türlü yelken açamıyor. Sözün ve sloganın her şeyi çözeceğini sanıyor! Biz ‘’ solcular’’ insan olarak dahi birbirimizi tanımıyor ya da tanımak istemiyoruz bile !

Kemoterapi devam ediyor ve tepemde serumlar dört dönüyor. Bense yazma telaşı içindeyim. Yazıya dalmışım. Kafamı kaldırdığımda yıllardır ayrı yaşadığım o güzel insan kapıdan içeri girdi ve bana öylesine bir gülüş gönderdi ki içim yeniden yaşam sevinciyle doldu. Ona karşı göstermeyi beceremediğim sevgim gözyaşı olarak boşalıp aktı!

Kız kardeşlerimin, abilerimin çırpınışları nasıl bir sevgi yumağı ile sarılı olduğumu hissettirdi bana. ‘’Tembel ve sorumsuz’’ gördüğüm kızlarımın atom karıncalar gibi dört dönmelerini bana ve annelerine sıkıca sarılmaları unutulabilir mi?

‘’Üst insan , yeni toplum yaratma’’ peşinde olan sol bunu görebiliyor mu ? Yoksa süslü püslü slogan vari sözlerle bunu yaratacağını mı sanıyor? Aslında bu eleştiri en başta kendime yöneliktir.Her nedense biz ‘’ devrimciler’’ sadece ölmeyi ‘’iyi’’ bir şekilde başarıyoruz. Oysa aslolan yaşamak ve yaşatmaktır. Az önce uzaktan bana o içten gülümseyişi gösteren eşimin bu davranışının benzerini, beraber ölüme koştuğumuz her hangi bir arkadaşımdan da almak isterdim. Maalesef büyük bir hayal kırıklığı benimkisi! Bu davranışları bir zorunluluk değil , bir gereklilik olarak hissetmediğimiz ve hissettiremediğimiz sürece yol almamız mümkün değildir. Kısacası biz ‘’ devrimciler ‘’ diğer insanlardan çok farklı değilmişiz! Tabi bu eleştirileri dillendirirken kısıtlı sayıdaki arkadaşların eşsiz çabalarını görmemek haksızlık olur. İsim belirtmek ve kimseyi kırmak istemem.

Serum 1,5 saattir takılı. Her akan damla beni daha da uyuşturuyor. Az önce kız kardeşim Huriye kapıdan gülümseyerek ve telaşla içeri girdi. Bunca telaş içinde eve gidip çorba yapıp getirmiş. Doyasıya içiyorum. Yan tarafta yatan teyze oğlundan yiyecek istiyor.Hemen müdahale ettim ve çorbayı teyzeyle paylaştım. Çocukluğumdan beri paylaşmanın duyguların en yücesi olduğuna inanıyorum.Serumların etkisiyle bir takım yazım hatalarım olmuş olabilir. Aslında yazarken ’’kılı kırk yaran’’ bir alışkanlığım var ama bu kez bunu başaracak ne zaman ne de gücüm var.Şuan asıl uyuşturucu olan 3. ve 4. serumu taktılar.Her biri orta boy iki palamut büyüklüğünde serumlar.Diğer serumların vücuda olumsuz bir etkisinin olmadığını düşünürken bu serumların damara girmesiyle birlikte tüm vücudumun allak bullak olduğunu hissediyorum.

Hiç kimsesi olmayan bazı hastalar göze çarpıyor. Suskun ve hüzünlü görünüyorlar. Gerçi laboratuarın küpeli , entel sakallı , yüzünde gülücükler eksik olmayan bir görevlisi var. Herkese yaptığı şakalarla olağanüstü moral veriyor.Bu görevliye ‘’Kardelen çiçeğine benzediğini ve laboratuarda insanlık için kutup yıldızı işlevi gördüğünü’’ söylüyorum.Gülümsemesini dahada arttırıp , ‘’ diğerleri duymasın kıskanırlar’’ esprisini yapıyor.

Son serumlar düşünme ve yazma refleksimi iyice zayıflatıyor.Kalem neredeyse elimden düşüyor ve gözlerim kapanıyor.

 

HALİL GÜVEN