Sürgünlük yazıları Yazdır


göç.com da bir aydan fazla zamandır her hafta sürgünlük üzerine yazıyorum. Bunların bir bölümü, tümüyle aynıları olmasa bile, daha önce yayınlanmıştı. Mesela yaratıcı sürgünlük, sürgünlük tarihleri, sürgünlüğün aşağıdan tarihi, sürgünlük nedir gibi…

Aşağıda yer alan iki yazı tümüyle yenidir.

SÜRGÜN VE DİL

Avrupa ülkelerine özellikle 12 Eylül 1980’den sonra gelen Türkiyeli sürgünlerin büyük çoğunluğu yaşadığı ülkenin dilini gazete okuyacak kadar bile öğrenemedi. Bu insanların büyük çoğunluğu lise mezunuyken, bir bölümü üniversitede de okumuştur. Ticaretle uğraşan ve eğitim düzeyi daha düşük olan insanlar mükemmel olmasa bile daha iyi dil öğrenebilirken sürgünlerin öğrenememesinin nedenleri neler olabilir?

İlk neden, yeni dil öğrenmeye ihtiyaç duymamalarıdır. Bir Türkiye’den çıkıp başkasına gelmişlerdir, geldikleri ülkede Türkçe konuşan ve az sayılamayacak sayıda insanlar vardır.

Sürgünlerin büyük bölümü yıllarca çalışmadıkları ve “sosyalden geçindikleri” için ticaretle uğraşmanın dil öğrenmeyi zorlayan etkisini de hissetmezler.

İkinci neden, sürgünlüğün ilk yıllarında özellikle ağır basan “nasıl olsa kısa süre sonra döneceğiz” düşüncesidir. Bu durumda dil öğrenmeye gerek duyulmaz.

Bu yıllarda çok az sayıda da olsa dil öğrenenlere iyi gözle bakılmazdı.

“Bunlar dönmeyecekler, dil öğreniyorlar.”

Aradan yıllar geçer ama dönüşün şartları bir türlü oluşmaz. Bu arada biraz dil de öğrenilmiştir ama yanlış öğrenilmiştir. Bundan sonra dili doğru öğrenmek daha zordur çünkü önce yanlış öğrenilenden kurtulmak gerekmektedir.

Üçüncü neden, yaşanılan ülkeyle ilgilenmemektir. Sürgünlerin büyük çoğunluğunun ilgileri Türkiye’ye yöneliktir; yaşadıkları ülkede neler olmaktadır, ilgilenmezler. İlgisizlik bilgisizliği getirecektir.

On yıl kadar önce Hollanda’nın Arnheim kentinde sürgünlükle ilgili bir panele katılmıştım. Orada yazılarımdan beni tanıyan birisi yanıma gelip, “Burada bulunan yaklaşık yüz kişinin tamamı politik insanlardır. Hollanda başbakanı kimdir diye sor, yarısı bilmez” demişti.

Türkiyeli sürgünlerin en fazla politik oldukları ülke olan Almanya’da durum bu kadar kötü olmamakla birlikte hiç de iyi sayılmaz.

Türkiye’den gelen sürgünlerin –Kürtler dahil- milliyetçi bir kafa yapısına sahip oldukları söylenebilir. En az 20 ve hatta daha fazla zamandır yaşadıkları ülkede, ayrılmak zorunda kaldıkları ülkeyle ilgili olmayan konulara kapalıdırlar.

Gerekçe aranırsa bulunur.

Kimisi dil öğrenmek için bir türlü zaman bulamadığını söyler ki, doğru değildir. Ticaretle uğraşan ilkokul mezunlarının bile iyi düzeyde olmasa da dil öğrendikleri düşünülecek olursa, kısaca “istek yoksa öğrenilmez” denilebilir.

Kimisi “dil öğrenmek yeteneği olmadığını” iddia eder ki, geçersiz bir gerekçedir. Herkes anadilinden başka bir dili öğrenebilir ve hele de en az 20 yıl gibi uzun bir zaman içinde…

Yıllar geçer ve yaşanılan ülkenin dilini öğrenmek artık mümkün değildir denilebilir. En başta öğrenmek konusunda istek yeterli değildir ve öğrenmek hiç bilmeyene göre daha zordur. Çünkü Almancada “Bahnhofdeutsch” olarak da adlandırılan dil yanlış ve derme çatma bir dildir. Bunun unutulup doğrusunun öğrenilmesi gerekir ki, hiç bilmeyenin öğrenmesinden daha zordur.

12 Eylül 1980’den sonra geçen 42 yılda ulaşılan düzey kötüdür ama gerçek de böyledir.

SÜRGÜNLÜK VE EVLİLİKLERİN BOZULMASI

Burada evlilikten anlaşılması gereken mutlaka resmi evlilik olması gerekmez, kadın ve erkeğin birlikte yaşaması da olabilir.

İki insan aranmaları nedeniyle ülke dışına çıkmak zorunda kalırlar. Bir süre iltica başvurularının kabul edilmesi ve hayatlarını düzene sokmak çabasıyla geçer, ardından sorunlar başlar. Bunlar Türkiye’de yaşanmayan sorunlardır.

Kadın ve erkek oldukça farklı bir ortamda tanışıp birlikte yaşamaya başlamışlar, ardından değişik bir ülkeye gelmişlerdir. Yeni ülkenin şartları bu insanları farklı etkiler, farklı yönlerde gelişmeye başlarlar.

Birliktelik için başlangıçta anlaşıyor olmak yetmez, zaman içinde ve özellikle de ülke değiştirildiği durumlarda birbirine paralel gelişme göstermek de gerekir. Kadın ve erkeğin gelişmesi farklı yönlerde gerçekleşince önce sorunlar artar, ardından  ayrılık kaçınılmaz olur.

Bu gelişmeyi değişik ülkelerden gelen insanlar yaşadılar. Türkler kadar Kürt sürgünler de yaşayacaklardı.

Normal bir gelişmedir ve buna karşı önlem geliştirilmesi mümkün değildir.

Sürgünler bir Türkiye’den çıkıp diğerine, dillerini konuşan ve yıllar önce gelmiş insanların arasına geldiklerinden, kısa veya uzun bir dönem bu çevrenin dışına çıkmazlar. Bu durum önceki ülkedeki değer yargılarının ve ilişki tarzının büyük oranda sürmesi anlamına gelir. Ancak içinde yaşanılan toplumdaki farklı değer yargıları, davranış biçimleri, kadın-erkek ilişkisi kaçınılmaz olarak yeni gelenleri de etkileyecektir. Bu etkinin ortaya çıkması uzun sürebilir ama mutlaka etkileyecektir.

Sürgünler genellikle örgütlü insanlardır. Ayrılmalarının kötü örnek olacağından ve bu örneğin yayılabileceğinden hareketle bağlı bulundukları örgütler aralarındaki anlaşmazlıklara ve birbirlerinden kopmalarına müdahale edebilirler. Bu her zaman gerçekleşmez ama sık rastlanır.

Yeni gelinen toplumdan etkilenmek, mesela feminizmin ve cinsel özgürlüğün keşfedilmesi, yozlaşma olarak değerlendirilir.

Her durumda yeni bir hayat kurmak, o güne kadar içinde yaşanılan çevreden kopmak kolay değildir. Bazı insanlar bunu göze alır bazıları göze alamaz ve sorunlarla dolu da olsa birliktelik sürer.

Sürgün değişik oranlarda kopuş demektir.

Bu kopuş sadece yaşanılan ülkeden uzaklaşmakla sınırlı kalmaz, oradaki değer yargılarının etkisinin azalmasıyla ve hatta birlikte yaşanılan kişiyle ayrılmaya kadar genişler.

Sonraki yazılardan birisinde üzerinde durulacak olan çok sayıda insanın mecbur kalınsa bile ülke dışına gidilmesine karşı olması, bu büyük değişimin yarattığı korkuya dayanır.

Sürgünlük kopuş demektir.

Değişmek zorunda olanın yerine yenisini koyabilmek becerisi demektir ve bu da herkes tarafından yapılamaz.