Sürgünlüğün aşağıdan tarihi Yazdır


Tarih yoktur, tarihler vardır.

Post modernizmin tarihle ilgili belirlemesinin iki yönü vardır.

Birincisi; genel özellikleriyle tarihi –büyük tarih de denilebilir- yadsıyarak büyük anlatıların döneminin bittiğini vurgularken, zihinsel faaliyetin önemli özelliklerinden olan genellemeyi de ortadan kaldırır. Genelleme, birbirine benzemezlerin ortak özelliklerini bulmak demektir. Bu özellikler büyükteki her parçada değişik oranlarda vardır ama buradan parçaların birbirine çok benzediği sonucu çıkmaz. Bütün, genel özelliklerine uymayan parçaları da içerir ama bunlar belirleyici değildir.

Bunu büyük bir nehrin akışına benzetmek mümkündür. Nehrin belirli yönde akması içinde anaforların, ters akıntıların bulunmasını dışlamaz ama belirleyici olan büyüğün hareketidir.

İkincisi; post modernizm büyüğü oluşturan parçaların farklı hatta ters özelliklerine dikkat çekerek -genellemeyi yadsımamak ama onunla da sınırlı kalmamak şartıyla- bütünün daha iyi kavranmasını sağlayabilir.

Bu anlayış sürgünlük konusuna uyarlandığında sürgün tarihi yoktur, sürgünlüklerin tarihleri vardır denilebilir. Sürgün tarihi, benzerliklerinin yanı sıra farklı özellikler de taşıyan çok sayıda bireysel tarihin ortak özelliklerinin birleştirilmesinden oluşur. Genel bir sürgün tarihinin varlığı, çoklu tarihin ya da sürgünlerin tarihinin varlığını dışlamaz, tersine içerir.

Bu yazının konusu genel tarihin özelliklerinden ayrılan bir bireysel tarih anlatımıdır. Büyük tarihin genel özelliklerini de bünyesinde yansıtmakla birlikte ondan oldukça farklı yönleri de vardır.

Konu üç aşamada anlatılabilir.

Sürgünün genel özellikleri nelerdir; Türkiyeli sürgünler hangi oranda bu özelliklere uyarlar; anlatılacak olan bireysel sürgünlük tarihinin genele benzemeyen özellikleri nelerdir?

Genellikle faşist diktatörlükler nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalan insanlar, yeni ülkelerinde hayata yeniden başlamak zorundadırlar. Eğitimleri, meslekleri eski değerini taşımaz. Farklı bir kültür içinde yaşamak ve yeni bir dil öğrenmek zorundadırlar. Yıllarca süren yalnızlık ve iletişimsizlik sürgünlerin ortak özelliğidir.

Bu bir genellemedir ve iç ayrışmalar dikkate alınmazsa yanıltıcı sonuçlara götürebilir.

Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan sürgünler için konuyu 1980 sonrası ve Avrupa sürgünleriyle sınırlandıracak olursak, bu sürgünlüğün genele benzemeyen önemli özelliği hemen görülebilir. Bu insanlar bir Türkiye’den çıkıp başkasına geldiler. Gittikleri ülkelerde –özellikle Almanya’da- yıllar önce gelip yerleşmiş, çoğunlukla işçi ve değişik örgütlerin politik çalışma yaptığı bir kitle vardı. Yalnızlık, iletişimsizlik gibi sorunlarla pek az karşılaştılar. Aynı dili konuştuğu büyük bir kitlenin içine gelmek önemli avantajdır.

Bu avantaj sonraki yıllarda dezavantaja dönüşecek ve çok sayıda sürgün bulunduğu ülkenin dilini öğrenmekte –geldikten sonra en az 20 yıl geçmiş bile olsa- yetersiz kalacaktı.

Burada kişisel tarihe geçip, bununla genel tarihin benzeşmeyen özellikleriyle devam etmek gerekir.

GELİŞ VE İLK YILLAR

Haziran 1981’de maceralı bir yolculuktan sonra Paris’e geldiğimde burada öğreneceklerimin ve bunun kazandıracağı özgüvenin gelecekteki hayatımı nasıl etkileyeceğini bilemezdim.

Kendimi mücadelenin içinde buldum ama genelden –Avrupa sürgünlerinde  geneli büyük oranda Almanya belirlemiştir- iki önemli fark vardı: politik ilticacı yok denilecek kadar azdı ve büyük çoğunluk konfeksiyon işçisiydi. Bu insanlar devrimci ya da en azından sola açık insanlardı. 12 Eylül faşizmini protesto eylemlerine katılıyorlardı ama Paris’e özgü sorunları –ev sorunu gibi- ağır basıyordu.

Böylece ilk adımda bende yaşanılan ülkedeki sorunlara yönelik faaliyet merkeze alınmadan Türkiye’ye yönelik çalışmanın –protesto eylemleri dahil- büyük oranda boşlukta kalacağı düşüncesi yerleşecekti. İlk olarak Almanya’ya gelmiş olsaydım aynı görüşe ulaşmam herhalde yıllar alırdı.

1982 yılbaşında Paris’te üç apartmanı işgal ettik ve beklemediğimiz bir ilgiyle karşılaştık. Büyük gazetelerin ve TV kanallarının muhabirleri işgal evlerine geldiler ama kim konuşacaktı? Kimsenin yeterli Fransızcası yoktu. Orada her ülkede geçerli bir dili –İngilizce- iyi bilmenin önemini anlayacaktım. Nereye gidersen git, isterse geldiğin ülkenin dilini konuşan kimse bulunmasın, yine de dilsiz kalmamak, genel çizginin dışına çıkmak için yeterlidir.

İşgal haberinin –yapanlarla ilgili bilgiyle birlikte- Fransızca ve Türkçe gazetelerde yer alması, Le Monde’un benimle yaptığı uzun söyleşiyi yayınlaması, ardından Fransızcası iyi insanlar bulmamız ve bunların televizyon kanallarında konuşmaları bende bir Avrupa ülkesinde de küçük olmayan işler yapılabileceği düşüncesini yerleştirdi ve gelecek için cesaret verdi.

Ülkesini terk etmek zorunda kalmış politik mültecinin boynu bazen biraz bazen de oldukça büküktür. Ülkesindeki mücadeleyi bırakıp kaçmakla suçlanabilir ve buna karşı kısa sürede döneceği yanıtını vererek kendini savunur.

Bu duyguya hiç sahip olmadım. Yakalanma ve infaz haberlerinin birbirini kovaladığı bir ortamda hem de işçilerle birlikte adı iki ülkede duyulan bir iş yapmıştık. Hürriyet –doğal olarak- bize küfrederken yaptığımız işi de duyuruyordu; Fransız yayın organlarında durum daha iyiydi; sadece işçilerin ev sorunu değil, Türkiye’deki faşizm de arada bir gündeme geliyordu.

Aynı yılın sonbaharında Almanya’ya geldim ve insanlarda hakim olan anlayışa şaşırdım. Kafalarında ve pratiklerinde sadece Türkiye vardı, sanki Almanya’da yaşamıyorlardı. Ülkede çok sayıda Türkiyeli işçi bulunduğu gibi ikinci kuşak da iş hayatına giriyordu.

Göçmen, politik mülteci belirlemeleri küfür gibi algılanıyordu ve insanlar sadece dönüşü düşünüyordu. İşçi kitlesi ise –sözlü olarak tersini söylemelerine karşın- kalıcı görünüyordu ve politik çalışma bunu dikkate alarak yürütülmeliydi.

Gerekçe aranırsa bulunur. Dil öğrenmek için kursa giden az sayıda kişiye yönelik suçlamaya hayret etmiştim: bunların dönmeye niyeti yok, dil öğreniyorlar! Almanca gibi önemli bir dili öğrenmenin dönmekle ne ilgisi vardı? İnsanlar Almanca bilerek dönseler sosyalist harekete zarar mı vereceklerdi?

Devrimciler tembel değildi, durmadan koşturuyorlardı ama zorlanacaklarını bildikleri dil öğrenmek gibi yeni bir alana girmeye çekiniyorlardı.

DÖNÜŞ KONUSU

Dönüş, sürgünlerin zihninden aradan yıllar geçse bile çıkmaz. Kuşkusuz aranan insanla artık aranmıyor olanın dönüşleri farklıdır. İlkinin dar da olsa mevcut politik ilişki ağı içine dönmesi gerekir. Politik çalışma yapamayacak olanın dönmesi anlamsızdır, gizlenme sorunu nedeniyle oradakilere yük bile olabilir.

Böyle bir düşüncem olmadı ve bu da genel sürgünlük tarihinden apayrı bir özelliktir. Bir silahlı mücadele örgütünün kurucuları arasında olan, örgütün temel belgesini yazmış, silahlı eylemlere katılmış, hapisten kaçmış, müebbet almış ve Avrupa’da da aktif bir kişi iseniz, bu devlet sizi unutmaz. Bunu baştan beri iyi anlamıştım.

Dönmek; bir gün olursa olurdu, olmazsa da sorun değildi.

Önemle belirtmek gerekir; çok sayıda sürgün döndü ve dönüşleri sosyalist harekette önemli denilebilecek etki yaratmadı.

1990 başlarında 141. ve 142. maddelerin kalkmasıyla bu maddelerden yargılananların davaları düştü ve önemli bölümü döndüler.

Ek olarak yeni infaz yasasıyla davaları düşenlerin bir bölümü de dönecekti. Sayıyı bilmiyorum ama sadece benim bildiklerim bile az değildir.

Türkiyelilerin Avrupa sürgünlüğü sadece gelişleri değil dönüşleri de içerir. Başka ülkeler tarihinde görülmeyen dinamik ve sürekli çeşitlenen bir sürgün gidiş- gelişi söz konusudur. (Konu başka yazıda işleneceği için burada ayrıntıya girmiyorum.)

Tekrar Almanya’ya dönersek…

İKİNCİ BÜYÜK DENEY

1980’li yıllarda çok sayıda sosyalist aydın, yazar ve şair Avrupa ülkelerine –özellikle Almanya’ya- gelmek zorunda kalmıştı. İnternet yayıncılığının bulunmadığı o yıllarda bu insanların Türkiye’de yayınlanan az sayıda legal yayın organında görüşlerini ifade etmesi mümkün değildi. Almanya’da başka ülkelerdeki sürgünlerin de yazabileceği sol içerikli bir edebiyat-kültür dergisi gerekiyordu. Böyle bir derginin –Yazın- 28 yıl yayınlanmasında –dergi 1992-2004 arasında 56 sayı Avrupa ve Türkiye’de yayınlanacaktı- belirleyici rol oynadım. Demek ki bir Avrupa ülkesinde adı yıllar sonra bile hatırlanan kalıcı işler yapabilmek mümkündü. Yazın her zaman bir Avrupa dergisi oldu, Türkiye’den yazanlar da bulunmakla birlikte yazarların çoğunluğu değişik Avrupa ülkelerindendi.

1980’li yılların ikinci yarısından başlayarak hemen her örgütün yasal yayını vardı. Bunlardan birkaçının Avrupa sorumluluğunu yaptığım için biliyorum: Avrupa’daki satış olmasa Türkiye’de yayının çıkarılması ekonomik olarak mümkün değildi ve sürekli sübvansiyonla da yayın yürütülemezdi. Avrupa ülkelerinde toplanan yayın parasının sadece baskı değil büro masraflarını da karşıladığını biliyorum. Türkiye’de yayın parası toplamak –genel dağıtıma verilebilenler dışında- zordu.

O yıllarda yasal yayın bir örgütün olmazsa olmazıydı ve Avrupa satışı olmadan da hepsini bilmediğim için tamamı diyemem ama önemli bölümünün yayınlanması mümkün değildi.

Tek başına bu bile büyük bir katkıdır, diğer katkılardan söz etmeyeyim.

Avrupa ülkelerinde değişik örgütlerde bulunan, sürekli koşturan ve ülkedeki yapıya küçümsenemeyecek katkılarda bulunan arkadaşların bu performanslarının açık olarak tanınmasını neden savunmadıklarını yıllarca merak ettim.

ÇÜRÜMENİN ÜLKESİ YOKTUR!

Mülteciliğin çürütücü etkisi hakkında çok şey dinledim.

Söylenenler doğrudur ama çürüme Avrupa’ya özgü değildir, Türkiye’de de çok sayıda örneği bulunuyor.

Çürümenin ülkesi yoktur.

Sosyalist her yerde sosyalisttir, olmak zorundadır.

Avrupa sürgünleri arasında çürüyenlerin sayısı az olmamakla birlikte yıllardır çabalayan ve sosyalist harekete şu veya bu oranda katkısı olmuş insanlar da az değildir. Bu arkadaşların kendilerini değerlendirirken haksızlık yaptıklarını yıllardan beri savunurum. Türkiye’de yaşıyor olmak kendi başına pozitif bir değer değildir, belirleyici olan kişinin yıllardır ne yaptığıdır. Orada ellerinden geleni yapanlar, Avrupa ülkelerinde benzerini yapanları takdir ederler; bunu yıllardır değişik örneklerden biliyorum. Bir şey yapmayanların değerlendirmelerine de aldırmamak gerekir.

SONUÇ YERİNE…

Kendi tarihim açısından şunları ifade edebilirim:

Buraya büyük avantajlarla geldim ve bunları iyi kullandım. Üniversite bitirmiş olmak, geçerli bir dili bilmek, büyük kentlerde büyümüş olmak; bunların hepsi önemli avantajlardır. Sürgünlük aynı zamanda insanın çoğalmasıdır; geldiğinde diyelim ki bir kişi ise, yıllar sonra diyelim üç kişi olmasıdır. Devrimci mücadele aynı zamanda kendine yatırım yapmak ve sonuçlarını almak demektir.

Fransa ve Almanya’da geçen yıllar bana çok şey kazandırdı. Geçerli bir dili daha öğrendim, iki üniversite daha bitirdim, Türkiye’de iken yazdığım ikinin üzerine 24 kitap daha yazdım, 28 yıl adı unutulmayacak bir dergiyi yayınladım. Okuyup öğrenmek konusunda istediğim her kaynağa ulaşabildim.

Kimseyi ikna etmekle uğraşmadım, şimdi de böyle bir niyetim bulunmuyor.

Yeriniz neresi olursa olsun belirleyici olan performanstır.

Başka bir coğrafyada bunların yarısını yapabilir miydim, emin değilim.

İnsanlar yaptıklarına sahip çıkmalıdırlar. Bazı arkadaşlarımız sürgünlük konusunda yapılan harcı alem değerlendirmelerden fazla etkileniyorlar ve bunu anlamakta zorluk çekiyorum.

Kalite her yerde yolunu açar, bazen geç olabilir ama açar.

Buna güvenmek ve en başta kendine haksızlık yapmamak gerekir.

Unutmayalım, 30 yıl öncesinde yaşamıyoruz. İletişim imkanları olağanüstü gelişti; kişinin nerede, ne yaptığının öğrenilmesi kolaylaştı. Yıllarca Avrupa sürgünlerine gözlerini kapayan Türkiye’deki sosyalist solun büyük bölümü, tümüyle olmasa bile büyük oranda bu alanı görmeye başladı. Çok sayıda insan Avrupa ülkelerine geldi, halen de geliyorlar. Kimin ne düşündüğüne aldırmadan geliyorlar.

Önümüzdeki yıllarda 12 Eylül sürgünleri, sonradan gelenler ve ülkede ekonomik ve politik sorunu bulunmamasına karşın “gönüllü sürgünlüğü” tercih edenler, Türkiye politikasında daha büyük rol oynayacaktır.

Bunu görmek, gerekleri üzerinde düşünmek ve çok önceki yılların değerlendirmelerine takılıp kalanlara da aldırmamak gerekir.

Bu yazı Temmuz 2022’de Sürgün dergisi 4. sayısında yayınlanmıştır.