Cahilliğin bu kadarı eğitimle mümkündür Yazdır
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Cumartesi, 11 Nisan 2020 09:41


Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi ve özellikle de ünvanlı kişiler hemen her konuda konuşuyorlar. Başlıktaki sözün sahibi de –yanlış hatırlamıyorsam- Ziya Paşa duruma uygun bir belirleme yapmış.

Burada “cahillik” kelimesinden bilgisizliği anlamamak gerekir. O yıllarca hoca veya şimdilerde profesör olan kişilerin şu veya bu konuda mutlaka bilgisi vardır, kısacası cahil denilemezler ama bilgilerini kullanamazlar.

Bilgiyi kullanamamak başlıca iki türlü kendini gösterir.

Birincisi; anlamadığı ya da anladığını sandığı ama uzağında bulunduğu konuda konuşmaktır. Özellikle profesörlerde yaygın bir özelliktir, bir konuyu bilince her konuyu bildiklerini sanırlar ve bilgilerini değil de cahilliklerini gösterirler. Bunun çok kullanılan geçerli yolu ise kolay genelleme yapmaktır. Bildiklerini düşündükleri bir konudan hareket edip, bu bilgiyi genelleyerek başka bir konuda kullanırlar.

Burada cahillik bilgisizlik değil, bilgiyi kullanamamaktır ya da nerede ve nasıl kullanılacağını bilmemektir.

İkincisi; bilgi içindeki bağlantısızlıktır. Bilgi öbekleri tek durur, aralarında bağlantı kurulamaz. Bu durum yüksek öğrenimde büyük sorundur, sadece öğrencilerde değil profesörlere kadar varan öğretim üyeleri arasında da yaygındır. Felsefenin önde gelen isimlerinden Iona Kuçuradi’nin buna yönelik bir belirlemesi vardır. Öğrencilerin –öncelikle felsefe öğrencilerini kastediyor olsa gerektir- bilgi kümelerini tek değerlendirdiklerini, aralarında ilişki kurmakta zorlandıklarını belirtir. Bunu yapamadığınızda kolay genellemeye gitmeniz kaçınılmazdır. Bir bilgi öbeğindeki bilgiyi bütün alanlara genellersiniz. Gerçekte ise yapılması gereken değişik bilgi öbekleri arasında ortak noktaları bulup, ortak olmayan noktaları eleyip, bunları öne çıkarmaktır.

Burada sorun bilgi sahibi olmak değil, bilgiyi doğru kullanabilmektir.

Yıllar önce ilginç bir arkadaşla tanışmış ve değişik kereler uzun da konuşmuştuk. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunuydu. Alptekin olarak bilinen Koray Anger. 12 Eylül sonrasında ülke dışına çıkmak zorunda kalmıştı. Özellikle antik Yunan felsefesini iyi bilirdi. Türkiye’de iken yıllarca TKP-B’li idi, ardından TKEP’li olmuş hatta bu örgütün merkez komitesine de girmişti. Daha sonra Paris’e geldi.

1980’li yılların ikinci yarısıydı, bizde felsefeciliği “diplomalı serserilik” olarak tanımlardı. Konuştukça beni hayretler içinde bırakan özelliği ise şöyleydi: antik Yunan felsefesi ve sonrasındaki bilgisi genişti ama politik mücadeleden anlamıyordu. Felsefedeki bilgisini farklı bir alana, politik mücadeleye uyguluyor ve hayal görüyordu. Kafasında uydurduğu hayallere de inanıyordu. Sonraki yıllarda bu özelliğin felsefecilerde yaygın olduğunu görecektim. Konuyu bilmiyorlar, bilmediklerini de bilmiyorlardı. Felsefe bilgisi ileri bir sosyoloji bilgisiyle desteklenmezse başka konulara girilmemesinde yarar vardır. Önemli felsefecilere baktığınızda sosyoloji konusunda da yetkin olduklarını görürsünüz. Sosyoloji, sosyal psikoloji ve politik bilim kesişen alanlardır, tek başına birisini öğrenmeniz neredeyse mümkün değildir.

Mesela Adorno, Horkheimer veya yaşayan büyük felsefeciler arasında sayılan Jürgen Habermas sosyolojide de yetkindirler. Fransa’da Alain Badieu da bunlar arasında sayılabilir. Zizek’in bütün görüşlerini kabul etmeyebilirsiniz ama kendisinin çıkış yaptığı alan sosyal psikolojidir, felsefesinde bu temel önemlidir.

Bugün bir felsefe profesörünün insanlığın Corona salgınından hareketle kolektif özne gibi davranabildiği belirlemesini okuyunca aklıma Alptekin’in belirlemesi geldi. Belli ki sosyolojik bir belirleme olan kolektif öznenin ne olduğunu bilmiyor.

Kolektif öznenin değişik bileşenleri bulunur ve bunların ayrıntılı olarak incelendiği alan da sosyal hareketlerdir. Kolektif öznenin ilk şartı az çok uzun sürmesidir. Mesela bir futbol stadyumundaki kalabalık kolektif özne değildir. Diyelim üç saat bir arada bulunurlar, tuttukları takımın kazanmasını isterler yani ortak amaçları vardır, ardından dağılırlar. Kolektif özne daha fazla süreklilik göstermek durumundadır.

Yaklaşık yirmi yıldan beri değişik ülkelerde görülen “tek amaçlı hareketler” de kolektif öznenin incelenmesi için önemlidir. İnsanlar özellikle belirli bir amaç için bir araya gelir, bu amaç çerçevesinde kolektif özne oluşturur, ardından değişik nedenlerle dağılırlar; amaçlarına ulaşmışlardır ya da başka bir nedenle dağılırlar. Dağıldıktan sonra bu kolektif özne küçülerek de olsa bir süre devam eder. Mesela Gezi kitlesi için bu belirleme yapılabilir.

Corona salgını insanları kolektif özne olmaya mı yöneltiyor; bu biraz var ama tersi daha güçlüdür: bireycilik ve bu temelde saldırganlık artıyor. Uzağa gitmeye ne gerek var; dün gece ülkenin büyük şehirlerde yaşanan kavgaları görmek yeterlidir. Önemli bir şey de olsa bari; iki gün evde kalınacak ve herkesin herhalde yiyecek bir şeyleri vardır, hiç alışveriş yapmasa bile vardır. Ama panik bir anda geliyor ve kolayca saldırganlığa dönüşüyor. Bunu değişik oranlarda başka ülkelerde de görmek mümkündür.

Corona kolektif özneye değil, ağırlıkla tersine yol açmış durumdadır.

Kolektif öznenin oluşumuyla ilgili olarak yürütülen araştırmalara biraz baktığınız zaman önemli bir belirleme görürsünüz. Şu soruluyor: şartların neredeyse aynı olduğu iki ortamın birisinde kolektif özne oluşurken, diğerinde neden olmuyor?

Bulunan cevap, kolektif öznenin oluştuğu ortamda daha önce küçük ve girişken bir grubun bulunmasıdır. Bu grubun faaliyeti başarılı olduğunda kolektif özneye yol açıyor.

Almanya’da yıllarca alay konusu yapılan Yeşiller’in oluşumu örneklerden bir tanesidir. Küçük bir grupla başlayarak gelişiyorlar ve giderek toplumsal kültürü de dönüştürüyorlar. Bu aynı zamanda Almanya’da 1968 hareketinin büyük başarısıdır; kolektif öznenin bazı özelliklerini toplumsallaştırabilmek (çevrecilik). Bu konuda 68’den Ne Kaldı? kitabına bakabilirsiniz.

 

Konumuzla ilgili olarak “cahillik insanı konuşturur” diye de eklemek gerekiyor.