Şuanda 92 konuk çevrimiçi
BugünBugün646
DünDün1181
Bu haftaBu hafta4324
Bu ayBu ay38061
ToplamToplam10154616
Düş ve gerçek / 8 PDF Yazdır e-Posta
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Çarşamba, 09 Ağustos 2017 19:43


En yakın arkadaşıydım, rahatsızlanmış. Doktora gitmeyi kabul etmemiş. Evine götürmüşler. Divana uzanmış, boylu boyunca yatıyor. Başucuna toplanmış bir kaç eş dost yol açtılar, yanına oturdum. Boncuk boncuk terliyordu, alnındaki terini sildim, adını seslendim, kapalı olan gözlerini açarak yüzüme baktı, konuşacak dermanı yoktu. “Bir şeyler mırıldanıyor ama ne söylediği anlaşılmıyor” dediler. Ben gelince odadakiler birer ikişer evi terk ettiler, baş başa kaldık. Öylece yatıyor, durmadan terliyor, anlaşılmayan bir şeyler sayıklıyor. Başucunda İlya Ehrenburg’un “Paris Düşerken” adlı kitabı var. Yanına iyice yaklaşıp sayıklamalarını anlamaya çalışıyorum. Aşağıda okuyacağınız sayıklamalar, noktası virgülüne dokunmadan onun uyku aralığındaki sayıklamalarından derlenmiştir.

“Düşlerin soysuz ve okşayıcı çığırtkanlığı gerçeğin hırçın ve yaralayıcı sessizliğine yenik mi düşecekti, ülkenin bütün kaleleri düştü, bütün tersaneleri işgal mi edildi, Paris düştü mü yani? Pierre’den haber var mı, Michaud yaşıyor mu, Ya Denise?. Semih oğlum yaşında, Nuriye kızım. Bir de sormuyorlar mı, ne istiyorsunuz bu çocuklardan diye. İslamcı faşistlere kızmıyorum da bunlara ifrit oluyorum. Velinin kolu Burdur sokaklarında bir köpeğin ağzında dolaşırken damaklarında kanın, sırnaşıklığın, utanmazlığın lezzetini alanlardan, tadını duyanlardan ne bekleniyor da “bu çocuklardan ne istiyorsunuz” diye soruyorlar. Akbabalar leşle beslenir. Faşizm ne ister… Nasıl bir utanmazlıktır bu…Öncelikle bu her devrin adamı sırnaşık türlerin derdi bu insanların ölümüne direnişine destek olmak değil, kendilerine buradan paye çıkarmaktır. Miting alanları kendini gösterme, fotojenik pozlar verme alanı değildir, gösterişsiz, cakasız, sessiz ve vakur direniş alanlarıdır.
Su diyor. Benzi sararmış, dudakları kurumuş. Su veriyorum, içmiyor, bezi suya batırıp dudaklarını ıslatıyorum.
Gülümsüyor.
“O yaz tatile gelen arkadaşlarımı ziyarete gitmiştim. Akşamın alaca karanlığı idi. Otelin duvarlarını sarmış çiçeklerin kokusunu genzime çektim, yapraklarını çiçeklerini okşadım. Bahçıvan, elindeki hortumla tozun dumanın kirlettiği, soldurduğu, renklerini kaybeden ağaçların, çiçeklerin dallarını, yapraklarını yıkıyordu. Mırıl gibi aktı pis sular. Tepeden tırnağa tertemiz çıktılar ortaya çiçekler, çiçek gibi oldular. Bahçıvan olsam, alsam elime hortumu, yıkasam insanları… Başarabilir miyim, arındırabilir miyim kirlerinden.
Arkadaşım balkondan beni görmüş. “Gel yahu dedi, o çiçeklerin kokusunu buradan da duyarsın. Sahi o çiçeğin adı neydi”.
“Cumhuriyet meydanındaydım. Tomalar su sıkıyor, robokoplar arka arkaya göz yaşartıcı gaz bombaları atıyorlar. Kalabalık, hırçınlaşan okyanusların kıyıya vuran dalgaları gibi bir toplanıp bir geri çekiliyor. Göstericilerin çoğunluğu gençler. Tomaların hareketlenmesiyle gaz bombaları arka arkaya patlamaya başlıyor. Atlatılan saldırının arkasından bir yenisi başlıyor. Meydan yeniden dalgalanıyor. Tomalar kalabalığın üzerine yürüyor. Kaldırım taşını tomanın göbeğine yapıştırıyorum. Gençlerden biri arkadaşlarına sesleniyor, “ Lan oğlum babamız yaşındaki adama bak, biz niye kaçıyoruz”. Bir gaz bombası tam ayağımın dibinde patlıyor, gaza boğuluyorum, nefes alamıyorum, gözlerim yanıyor. Buraya kadar… Diyordum ki… Kardeşimle sekreterim meydana beni aramaya gelmişler, ikisi koluma girmiş beni alanın dışına sürüklüyorlar. Meydandaki bir barın çalışanları gözüme süt ve limonla masaj yaptılar, kendime geldim. Her tarafım ateş içinde, yanıyor.”
“ O gece afiş yapıştırmaya çıktık. Görkemli bir mitingin hazırlığındayız. Aleni polis-faşist işbirliği… Maltepede saldırıya uğradık. Ara sokakları iyi biliyorum. Kaçtım. Polis her tarafta. Gecenin bir yarısı. Çember daraldı, yakalanacağım. Kızılay’ın arka sokaklarında bir merdivenin altına saklandım. Yakın bir yerlerden müzik sesi geliyor, kulak kabarttım. Merdiveni bodrum inişine doğru takip ediyorum. Kapı aralığından ışık sızıyor. Kapıyı itip içeri girdim. O ne lan öyle… Kimse kimseden çekinmiyor, çıplak, yarı çıplak kadınlar erkekler”…
“En iyi marka bir fotoğraf makinesi alıp, şöyle ışığı bir güzel ayarlasam bu insanların net suretlerini görüntüleyebilir miyim acaba… Hiç sanmıyorum. Bütün yaşamları içki içip bar kızlarıyla gönül eğlendirmekten ibaret olanların net insan görüntülerini çekmeye hangi fotoğraf makinesinin gücü yeter ki… Beyin flu. Kalp flu…”
“Bazı gerçekler yaşanmadan neden anlaşılmaz ki… Benim bir lokma ekmeğe muhtaç olduğum günlerde beni kendi kalıbında yoğurup kendi dünyasına hapsetmeyi aşk sanan kızın, bugün bana aşkını ilan etmesi ne garip… Geç bunları anam babam, geç…”
“ Ben mi… Kişinin birey olarak önemini hiç küçümsemedim. Ancak, kişi gücünü örgütlenmede bulur. Örgütsüz kişi güçsüzdür.”
“Bunlarla konuşulacak hiçbir şey olamaz. Kümese girecek tilkiye tuzak kurarlar, tavuğun baldırlarına da dişlerini geçirirler. Bunların arı namusu, ülkesi vatanı çıkarlarıdır, cüzdanlarıdır. Hele bir çıkarlarına dokun, gör dünyanın kaç bucak olduğunu. Aşağıda dinci iktidara söylemediğini bırakmazlar, yukarıda vuracakları vurgunun pazarlığını yaparlar. Halka da itidal ve sağduyu çağrısı yaparlar. Hani derler ya, Allah bizi böyle dostlardan korusun, düşmanlarımızın hakkından biz geliriz diye. Kumaşları o cinstendir. Kurnaz, sinsi ve hain...”
“ Söyleyene değil, söyletene bak. Kurulu düzenin egemenleri içlerinden geçeni asla kendileri söylemezler, söyletecek bir kullanışlı salak bulurlar. Bu salağın söyledikleri tepki çekince de geri adım atar gibi yapıp, ortamın uygunlaşmasını, söylenenin kanıksanmasını bekleyip yeniden hücuma geçerler. Yani iki adım ileri, bir adım geri… Bu kapitalizmin kuralı, taşralı burjuva yamaklarının da zeka düzeyinin göstergesidir. Gel gör ki atılan yeme atlayacak sazanlar çoktan sahnedeki yerlerini almışlardır bile…Din ile başlayan gösteri kin ile sürer gider. Hem niye kızıyoruz ki adam yeni devlet kuruyoruz dedi diye. Olan biten ne peki?”
“ Barış mı?. Bu çakallarla mı? Onlar barış dedikçe ülkeler işgal edilir, kentler yıkılır, milyon milyon kadın, çocuk, yaşlı genç ölür. İnsanlar ülkesiz, yersiz, yurtsuz kalırlar… Açlık bir veba gibi bağdaş kurup oturur gecekonduların daracık odalarına. Barış ha?... Irak gibi, Suriye, Libya, Ruanda, Sudan, Yemen gibi…Balkanlar gibi… Kübaya tahammülsüzlük, Venezüellaya hazımsızlık gibi… Komplo, darbe, kışkırtma… Bu çakalın adı kapitalizmdir, işbirlikçileridir. Mayıs serinliğinde el ele tutuşan sevgilileri ıslatan kırkikindi yağmurları değildir, çelik kanatlı ölüm kuşlarından atılan napalm bombalarıdır. Kömürleşen cesedin başındaki çaresizilği hangi söz tanımlar, hangi cümle anlatır yürekten fışkıran isyanın gücünü… Barış ha… Barış istiyorsan onların düzenini ahlakını, reddet, çakalların dişlerini sök”…
“Çöplerde ekmek kırıntıları da kalmadı. Gel çocuk beraber ağlayalım acımıza, açlığımıza. Gözyaşlarımız karışsın birbirine… Hangi şehirden, hangi kasabadan, hangi ülkedensin, kız veya erkeksin, ne fark eder, adını da bilmiyorum . Belki ele ele vermeyi, belki omuz omuza karşı koymayı öğreniriz. Belki meydan olur, biz de at oynatırız”.
““Düşlerin soysuz ve okşayıcı çığırtkanlığı gerçeğin hırçın ve yaralayıcı sessizliğine yenik mi düşecekti”.