Şuanda 16 konuk çevrimiçi
BugünBugün115
DünDün1049
Bu haftaBu hafta1164
Bu ayBu ay26284
ToplamToplam10142839
Düş ve Gerçek / 5 PDF Yazdır e-Posta
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Salı, 06 Haziran 2017 06:28


 

Baş, yastıkla buluştuğunda, ya derin uykularının bir anında ya da uyur uyanık uyku mahmurluğunda başlar düş görmeye ya, ben uyanmak istemediğim düşlerimi hep uykularımın ötesinde gözlerim açıkken gördüm. En anlık olanları bile bir ömre bedel düşler… Aşağı Yukarı aynı temalı düşler… Çocuktum, ufacıktım… Hayır, ne çocuktum, ne de ufacık… Sırma boylu dal gibi bir delikanlı da değildim… Belki bıyıkları yeni terleyen, yaşamı hayranlık dolu bir şaşkınlıkla izleyen, çok az şeyi anladığını sanan, birçok şeyi hiç anlamadığından emin yeni yetme bir delikanlı… Postalla kafasına basılan, meydanın ortasında dövülen, hakaret edilen bir isimsizin postal altında ana avrat fütursuz küfürleri… Korkunun ve meydan okumanın iç içe geçtiği düşler… Okyanusların büyüklüğünü, ovaların sonsuzluğunu, dağların yüceliğini sadece haritalarda görmeme rağmen, bırakın sadece küçücük kasaba sınırlarının içini, ufacık köyümüzde bile yoksulluğun, çaresizliğin neden sarmaşık ağları gibi bütün haneleri sardığını anlayamayan bir yeni yetme delikanlı… Aheste aheste, koro halinde ya da mırıldanarak “çift jandarma gelir” türküsü söylemesi gereken köylülerin, küçük sanayi işçilerinin, kasaba işsizlerinin, koltuğunun altına dergi-gazete sıkıştıran öğretmenin işine giderken bir suç işlemiş gibi neden tenha sokakları seçtiğini, zaptiyeyi görmesiyle yolunu neden değiştirdiğini, neden tedirgin olduğunu, nedene göz bebeklerinin büyüdüğünü anlayamayan yeni yetme, toy delikanlı… Oysa ne o kovalanarak köyümüzün ovalarına kadar takip edilen, yorgunluktan alnında tomurcuklanan terini silmeye vakit bulamayan, av hayvanı gibi kovalanan, kovalanmaktan nefesi kesilmiş köylüyü, ne küçük sanayi işçilerini, ne kasaba işsizlerinin bir tekini bile, ne de koltuğunun altında gazete taşıyan öğretmeni tanımam… Ruhumu darmadağın eden bu görüntülerin yaşandığı kasabalarda, yol boylarında, ıssız ya da kalabalık yerlerde beni göremezsiniz, kaçarım, arkama bakmadan, nereye gideceğimi bilmeden, yön tayini yapmadan kaçarım. Bu görüntüler boğazımı sıkar, nefesimi keser, elim kolum bağlanır hareketsiz kalırım… Bu kâbustan bir çıkış yolunun olduğunu bilirim, inadına inanırım buna… Bir yolunu bulurum. Gözlerim açık düşlerimin başladığı andır bu . Nefesim açılır sonra, sonra ellerim, kollarım, bacaklarım hareket kabiliyeti kazanır. Beni kendime getiren postalın altında okkalı küfürler savuran o isimsizdir, zaptiyeye yakalanmaktansa nefessiz kalıp oracıkta can veren o kaçaktır, küçük sanayi işçilerinin “ ne var babalık” diklenmesidir. Yelkenlerimi dolduran rüzgâr eser ansızın, ansızın bir altın yeleli at çıkar gelir tam yanımda durur. Farkına varmadan “ ferman padişahınsa dağlar bizimdir” dizeleri dökülür dilimden. Atım koşar ben yol alırım, atım yorulur ben yorulurum… Atım yoruldum demez, ben mola istemem… Atım nerede koşar, ben nerede yol alırım, ben hangi dağ doruğunda üşürüm, atım hangi bulutta tırısa kalkar… Yalnızca yol alırız, ne atım bilir bunu, ne ben bilirim…
Bir Ağustos ikindiüstüdür. Göklerin en yüksek katından bir tüy bırakır gibi beni bir sahile bırakan atım, kayan bir yıldız gibi kaybolur gider gökyüzünde…”Yolun açık olsun der”, “ferman padişahınsa yalnızca dağlar değil, artık gökyüzü de bizimdir, sıkıştığında eyerim senin sarayındır”. Bir sahil beldesinin ıssız altın kumlarının sıcağına şöyle bir uzanıp, gözünüzün içine gülümseyen güneşe “ ey güneş, göklerden geliyorum, yorgunum, işte bütün bedenim senin” esrikliğine dalıp gitmek kaygısızlığının tam eşiğindesinizdir ki… Demir kanatlı akbabaların pike dalışları, ürpererek seyrettiğiniz o filmin bir fragmanı gibi gelir oturur gözlerinize. Beyninizin kılcal damarları bir kirpi gibi toplanır, kısa, kesin bir emir gibi “ kaç” komutunu ellinize tutuşturur. Sahile vuran dalganın ak köpüklü sularının, sahilin altın kumlarıyla sarmaş dolaş mahzun bakışlarına aynı mahzunlukla veda ederken yine firari yaşamınız başlamıştır. Akbabalar kravatlı, kravatsız padişahların, kralların, imparatorların alıcı kuşlarıdır, insan etiyle beslenirler. Kafasına postalla basılan isimsizin sunturlu küfürleriyle dolar yelkenim, altın yeleli atım yetişir imdadıma… Ya yetişemezse, ya akbabalara yem olursam… Ya ferman buysa… Böylesine alıp götüren bir düşten uyanmaya hiç niyetim yok… Boğazlarına kemik olmak, yırtıp atmak o fermanı bu düşü sürdürmenin ilk şartı değil miydi? Kuşkusuz… Ellerin çatıl ağızlı bir acem hançerdir, aç ellerini çelik kanatlı akbabalara, “geleceğiniz varsa göreceğiniz de var”… Gözlerin yakıcı bir kor ateşidir, gözlerinin içine bak, haydi gelin de, buradayım, gelin gelebiliyorsanız… Sen onların mirasçısısın. Ne uzak diyarların Spartaküs’ünü unut, ne de kapı komşunuz Bedrettin’i… Nazi ordularına kök söktüren o on sekiz yaşındaki Nadya’yı kalbinin üstüne yaz… Vebal kalır yoksa omuzlarında…
Ya da yağmurlu, serin bir Nisan akşamıdır. Ey, yeni yetme toy delikanlı… Bu mevsim tehlikelidir, meydanlar tuzaklarla doludur, Nisan güneşi görünür amma ısıtmaz… Ne gam… “Ferman padişahınsa meydanlar bizimdir”… İlk kez elini tuttuğun o genç kızla bu ölüm meydanında yürümenin ne olduğunu bilmiyor musun? Kendini, Nazi ordularının işgal ettiği kent alanlarına dalan Kızıl ordu militanı mı sandın, ne sanıyorsun kendini, ne işin var bu kuşatılmış meydanda… Etrafınızı sardıklarında genç kızın elini bile bırakmamıştın ve bu onları kudurtmuştu. Gözlerinde korkuyu görmek istemişlerdi, kaçıp gitmeni beklemişlerdi. Sen kaçarken senin ensenden, genç kızın omzundan birer kurşunla işinizi bitirip, şölenlerine yem edeceklerdi… Ey yeni yetme delikanlı, ölümü yenebilir misin, sahiden inanmış mıydın buna, ya da ne zaman öğrenmiştin yaşamının salt nefes almaktan ibaret olmadığını… Haydi, bakalım, kalakaldın vampirler arasında, bak başının çaresine… Öğrenmiştin o kutsal ocakta başının çaresine nasıl bakılacağını… O gözleriyle gülen adamın “ yaşadım diyebilmek için” diye başlayan o uzun anlatımını nefes almadan dinlemiştin… Yani dersini iyi çalıştığından emindin ve bu insan görünümlü leş kargalarına pabuç bırakmayacaktın… Kendi kendine “ işte böyle dövüşülür demiştin” yıllar sonra ve doğrusu bu övgüyü hak etmiştin. Gerçi o genç kızın ağzı burnu kan içinde kalmış, senin de kaşın yarılmıştı ama sayılarının yirmi mi otuz mu olduğunu hala kestiremediğin o leş kargalarını ilk darbede çil yavrusu gibi dağıtmıştın… Uyanmak istemeyeceğiniz daha derin, alıp götüren başka bir düşünüz olabilir mi?
Senin o gözün açık gördüğün düşlerden “iç ve dış müstevliler” çok korkuyordu, çok, çok… Bunun içindi sık sık mahpuslara girip çıkmaların, bunun içindi onlar kovaladıkça senin kaçmaların. Sahi bir kez bile yakalayamamışlardı seni kovalamacalarda, mitinglerde, boykotlarda… Nasıl da diş biliyorlardı, nasıl da kahpeceydi tuzakları… Bir arkadaşınla sohbet ederken gülmüş, “ ama demiştin bütün bu saldırmalar bu düşü öylesine görkemli kılıyor ki”…
Lakin seni kendine getireceklerdi, gerçeğin çirkin yüzüyle tanışacaktın… Kimler, “ iç ve dış müstevliler” mi… Hadi canım sen de… Peki ama düşlerin neden kesik, neden tedirgin… Bir kez daha uyandırılmaktan mı korkuyorsun?…
Ey yeni yetme delikanlı, toysun, acemi, tecrübesiz… Dışardan esen fırtına bir taş bile sökemezdi burçlarından ama… Ya o karanlık kılıklı dost bildiklerin, ya o hançeri gece karanlığında en ölümcül yerine, kalbine saplayanlar… İntiharı bile düşündüğün o “dost, arkadaş, yoldaş” bildiklerin o karanlık kılıklı, zifiri karanlıklar gibi karanlık heriflerden yediğin hançerin acısıyla hangi dizelere sarılmıştın, hatırlıyor musun? Ne demek hatırlamak, unutmak olası mı?
“Dört yanım puşt zulası
Dost yüzlü, dost gülücüklü
Cigaramdan yanar
Alnım öperler
Suskun, hayın, çıyansı
Dört yanım puşt zulası”
Kırgınım…