Şuanda 51 konuk çevrimiçi
BugünBugün438
DünDün2294
Bu haftaBu hafta6410
Bu ayBu ay40147
ToplamToplam10156702
21-27 Nisan 1980 PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Perşembe, 12 Şubat 2009 13:41


O kadar cok sey olmustu ki, ortadan kaybolmaya karar verdim.

 21 Nisan 1980’de 22 kişi İstanbul Sağmalcılar cezaevinden kaçtık. Konuyu www.ozgurmedya.org da yer alan “21 Nisan 1980 yazısında anlattığım için yeniden ele almayacağım. Peki sonraki altı günde neler oldu?   

Eski bir ilişkiyi bulup kalabileceğim bir yer ayarlamasını istedikten sonra, akşama buluşmak üzere sözleştik ve ben Çağlayan’dan Bahçelievler’e gitmeye kalktım. Yaptığım aslında halt etmenin daniskasıydı. Kimliğim yok, polis her yanı tutmuş kaçanları arıyor. Ben ise, birlikte kaçtığımız Ali’ye söz verdiğim için oraya gitmeye kalkıyorum. Ali İstanbul’u pek bilmediği için kaçtıktan sonra ortalıkta kalabilirdi. Halbuki birlikte kaçtığımız Üçüncü Yol’dan arkadaşlarla birlikte hareket etmiş ve randevuya da bu nedenle gelmeyecekti.    

Neyse, ana yolları kullanmadan Bahçelievler’e kadar gittim. Bu arada büyük bir polis aramasına da rastladım. Ama gittiğim yön kaçtığımız yöne doğruydu, onlar ise tersi yönde aramaya yapıyorlardı. Normal, kaçanın uzaklaşması gerekir, yaklaşması değil.    

Randevuya kimse gelmeyince ortalıkta durmayıp bir sinemaya girdim. Sonra, akşam üzeri, yine ara yolların minibüs hatlarını kullanarak Şişli’ye döndüm. Buluştuk. Nereye gideceğimizi sordum. Bir işçi mahallesini söyleyince itiraz ettim. “1 Mayıs geliyordu, aramaya yapabilirlerdi”. “Yok, dedi, burada bir şey olmaz.”    

Gittik. Birkaç kişinin kaldığı gecekondunun biraz gelişmişi bir aile evi. Sempatizan bir aile... Yemek yedik. Derken haber saati geldi, televizyonu açtılar. İlk haber bizim kaçışımız, ekrandaki ilk fotoğraf da bana ait... Evdekiler bir ekrana bakıyorlar bir bana bakıyorlar... İster istemez korktular. Burada fazla kalamayacağım anlaşılıyordu. O akşam yatıp uyuduk.    

Sabah erken saatlerde kapı çalındı. “Kim o:” “Polis!” Düşündüğüm başıma geldi, genel arama var. Yataktan kalkmadım, uyuyor numarasındayım. Birisi beni dürttü. Baktım elinde silah bir karakol polisi. “Kalk da şu yatağı arayalım” dedi. Kalktım. Yatağın altına baktı, yastık altına baktı. Silah arıyor, belli. Sonra sordu:“Talebe misin?”“İşçiyim!”Odadan çıktı. Kimlik sorsa, yok. Evden çıkan polisler sapsarı olan iki kadına nasihat ettiler:“Neden korkuyorsunuz? Kanun sizden yana, korkmayın.”

Bunu atlattık ama şimdi ne olacak... Artık burada kalmam mümkün değil. Neyse korku var ama panik yok. Hemen birisi dışarıda durmaya başladı. Ev biraz tepedeydi. Uzaktan polis ya da jandarma gördü mü haber veriyor, ben de tavan arasına çıkıyordum. Burada kaldığım üç gün boyunca çok kere böyle yapmak zorunda kalacaktım.    

Sonra İbrahim geldi, yanında Fatoş adlı bir bayan arkadaş vardı. Polaroid makineyle bir fotoğraf çekip kimlik yaptık. Dandik bir kimlikti ama hiç yoktan iyiydi. Başka yere gitmek için belediye otobüsüne bindik.  Otobüsün son durağı Mecidiyeköy idi. Son durakta bazen otobüsler arandığı için bir durak önce inip biraz yürüyecek ve ardından oradaki duraktan tassiye binip Yeni Bosna’ya gidecektik.   

Plan hoşuma gitmedi. Mecidiyeköy, Birinci Şube Merkezinin olduğu yer. “Orada beni tanırlar” dedim. “Yok, dediler, yürünecek yol yüz metre değil.”    

Öyle de yaptık. Ben ve Fatoş yanyana yürüyoruz. İbrahim biraz arkamızdan geliyor. Daha 20 metre yürümemiştik ki, yanımıza bir polis minibüsü geldi. Aldırmadan yürümeyi sürdürdük. Ön cam açık, iki polis konuşuyorlar. Birisi ötekine:“Şu çocuk hapisten kaçana ne kadar benziyor, değil mi” dedi.Fatoş, “yoldaş, koşalım” dedi. Hafif bir sesle, “sakin ol” dedim. Burada telaşlandık mı, her şey bitmiş demekti. Kaçmakla kurtulamayız.  

Öteki polis itiraz etti, “yok canım o değil” diye... “Kız da güzelmiş ha” diye de ekledi. Biz yine hiç aldırmadık ve bu arada taksilere ulaşmıştık. Bindik, araba kalktı. Biraz sonra dönüp arkaya baktım, gelen yoktu. Öfff be!...   

Yeni Bosna’daki evde de birkaç gün kaldım. Sonra bir arkadaş gelip evde bulanan broşürleri bir bavula doldurdu ve çıktı. Adının daha sonra H. Y. Keser olduğunu öğreneceğim bu arkadaş ile evdeki bir kişi de birlikte çıktı. Kısa sürede geri geldi: Hüseyin dolmuş beklerken tesadüfi bir arama sonucu yakalanmıştı.     

Yahu bu nedir! Kaçalı daha altı gün oldu, nereye gitsem bir şey oluyor. Kaçtıktan sonra örgütsel çalışmaya hemen devam etmek niyetindeydim. Kararımı değiştirdim. Başımda bir felaket dolaşıyordu ve ortadan kaybolmalıydım.    

Bunu hapishanede kendi kendime uzun süre düşündükten sonra öğrenmiştim. Hep çok dolusun, bu kadar dolu olunca, ne olup bittiğine dikkat etmiyorsun. Yaptıkların hakkında düşünecek zamanın kalmıyor ve de iyi olmuyor.    

Düşünüyordum, yakalanmadan önceki polis takibi çok da gizli değilmiş. Sonradan düşününce anlıyorsun. İyi de sadece ben değil Ali, Nebil ve Belma bunu neden fark edemediler? Hepimiz cümleten ayakta uyuyorduk!    

Tek açıklaması vardı: Yapılacak çok iş var, herkesin kafası çok dolu ve bu nedenle de yeterince dikkat etmiyorlar. Kafası daha az dolu olan birisi (Mete) hemen fark etmiş ve bana haber göndermişti, ama ben anlamamıştım.   

Mete, 1977 baharında Salihli’de silahla yakalanır. Oradaki bir okulda faşistlerin devrimcilere saldırmasına müdahale etmek isterken yakalandı ve hapse girdi. Turgutlu Grubu da denilen grupla da görüşmek için o bölgeye gidince Mete’yi cezaevinde ziyaret etmiştim.   

Silah cezasını yatıp tahliye olduktan sonra yeniden İstanbul’a geldi. Buluştuk, kentte yapılacak işleri konuştuk. Yakalanmamdan yaklaşık 4-5 hafta önceydi. Ayrıldıktan bir süre sonra bana haber gönderdi: “İki sivil senden ayrıldıktan sonra beni izledi, fark ettim, atlattım.”   

Bir anlam veremedim. Mete ile konuşup dolaşırken dikkati çekecek bir şey mi yapmıştık acaba? Takip olayının arkası epeyce derindeymiş ama üzerinde fazla düşünemedim. Çok yoğunduk ve unuttum...    

27 Nisan’da ortadan kaybolmaya karar verdim. Bir arkadaşın boğaz sırtlarındaki gecekondusuna gittik ve orada kaldığım bir buçuk ayda sadece daha iyi bir kimlik için fotoğraf çektirmek amacıyla dışarı çıkacaktım. Bu arada saçlarımı kulaklarımı örtecek kadar uzattım, hiç sevmediğim şeyi yapıp bıyık bıraktım. Kilo da aldım. (Kaçtığımda 51 kiloydum).     

Galiba o evden ayrılmak zamanım gelmiş olacaktı ki, bir akşam yakından silah sesleri geldi. Faşistler evin hemen yakınında birisini öldürmüşler ve bana da yol görünmüştü. Yakındaki evlerin hemen aranması kuvvetle muhtemeldi.   

İyi de akşam vakti nereye gidiir? Birlikte kaldığımız arkadaş beni bir öğrenci evine götürdü. Ev değil, yolgeçen hanı... Giren çıkan belli değil. Tam basılacak ev yani... Kimliğim iyi ama kendimi öğrenci diye yutturmam da zor. 30 yaşındayım,tam yaşımı göstermesem de öğrencilerden büyük olduğum belli...   

Neyse baskın olmadı. Sonra iletişim kurmak filan derken bir gün sonra Fatoş ile yeniden buluştuk. Kadın beni tanıyamadı. Durakta ikimiz de bekliyoruz ve bana, bu herif de nereden çıktı, gibisinden ters ters bakıyor.    

Ondan sonra kendimi daha serbest hissedecektim...   

Gelecek yazıya size 1980 Ağustos’unda durup dururken manşetlere çıkmamdan söz edeceğim.   

Not: Cuma gününden Pazartesiye kadar önce Bregenz’e oradan da Cenevre’ye gitmem ve bir toplantı ile bir panele konuşmacı olarak katılmam gerekiyor. Bu nedenle birkaç gün yokum...

Son Güncelleme: Perşembe, 12 Şubat 2009 14:05